17 Aralık 2007 Pazartesi

Boat Show



İstanbul, Aralık 2008


Sizi hayallerinize götürecek kimi basit,
kimi sadece hobi amaçlı, kimi ise offshore garantisi veren teknolojik ürünler, yelkenli veya motorlu tekneler.. O kadar ince detaylı işçilikleri olanlar var ki içlerinde, tanıtımda göstermeseler benim pek fark edebileceğim ayrıntılar değil, ama eminim tecrübeli gözlerden kaçmıyordur. Bu işler ile ilgilenenlerin sık olarak kullandığı bir söz vardır; “en iyi tekne arkadaşının teknesidir”. Hiç de yok ki etrafta öyle biri.. 35-40 bin dolardan başlayıp 400-500 bin euro lara kadar her bütçeye uygun emsalsiz tekneler !!

Tabi ... yukardaki gibi bir düşünce de söz konusu yelkencilik için....

yani şeytan diyor ki sat sav herşeyi denizde yaşamaya başla.. hem İstanbul gibi bir yerde çok işe yarayacağına eminim bu çözümün, hem düşünsenize bir... nerelere gidilmez onunla!! hem tişört'deki felsefe göz önünde bulundurulursa İstanbul için ideal çözüm sayılır. Hem zaten biz denizci bir millet değilmiyiz?? değilmiydik yoksa??

Hayallere pupa yelken, rüzgarınız bol olsun.


Ali Akyol





20 Kasım 2007 Salı

ANGKOR WAT, KAMBOÇYA’NIN DÜNYA MİRASI

Siem Reap şehrine 7 km uzakta bulunan Angkor Wat devasa arkeoloji parkında, 9. yüzyılda başlayıp 12. yüzyılda sona eren Khmer İmparatorluğunun kalıntıları arasında dolaşırken, kendinizi mistik bir ormanda yürüyormuş gibi hissedeceksiniz. Devasa tanımlaması ise bu parkın gezilme ölçütlerinin gün olarak verilmesinden geliyor. Örneğin en büyük tapınaklardan biri olan Angkor Thom’un boyutları yaklaşık olarak 3x3 km. Zaten “Thom” un kelime anlamı “büyük” demek. Yani bir ucundan girip hiç bir şey ile ilgilenmeden diğer ucunda çıkmanız yaklaşık bir saat sürüyor ki, genelde çıkışlar giriş yaptığınız kapıdan oluyor, çünkü transportunuz sizi orada bekliyor. Tapınaklar arası mesafeler de bir o kadar zaman alıcı. Angkor arkeoloji parkına girişte bu yüzden 3 çeşit bilet satılıyor; bir günlük, üç günlük ya da altı günlük. Gün doğumundan önce kapılarını açan tapınak kompleksi günbatımı ile birlikte kapılarını kapatıyor. Çünkü fotoğraf meraklıları için gündoğumu ve batışında tapınakları ölümsüzleştirebilecekleri sanatsal kareler elde edebilmek ve o mistizmi yaşamak muhteşem bir duygu, hele bir de Budizm ile ilgiliyseniz.
Bir günlük biletin fiatı 20 dolar ve 1 günde ancak ana tapınakları gezebiliyor, bunların yanındaki minörleri ise ancak şöyle bir görebiliyorsunuz. Bir günde görebileceğiniz ana tapınak sayısı beş. Üç günlük bilet fiatı ise 40 dolar olup biraz daha detaylı gezebilmenize olanak sağlıyor. Yok eğer ciddi bir arkeoloji meraklısı iseniz ve kafayı bozup “ben hepsini görmeden dönmem buradan” deyip yaklaşık 42 tapınağı da dolaşmak istiyorsanız o zaman 60 dolar tutarındaki 6 günlük bilet sizin için tek çözüm. 3 ve 6 günlük biletler için vesikalık bir fotoğraf bulundurmayı unutmayın, biletiniz üzerine yapıştırılan fotoğrafınız ile birlikte geçerli. Gerçi her yurt dışı gezilerinizde “olmazsa olmazlar” listesine vesikalık fotoğraf da koyun. Örneğin Kamboçya sınırında dolduracağınız vize formunuza bir vesikalık fotoğraf iliştirmeniz gerekiyor. Buradan da Kamboçya’yı bizlerden vize isteyip ve ama vizeyi sınırda verdiği ender ülkeler listesine koymuş oluyoruz.Milattan sonra 3. yüzyılda bölgede Çinlilerin ticaret partneri olan Funan eyaleti hem ekonomik hem de askeri açıdan güçlü konumdadır. Çevredeki diğer eyaletler Funan altında yönetilmektedir. Ancak her uygarlığın bir gün yıkılacağı prensibini haklı çıkartırcasına 6. yüzyıla Funan’ın gücü azalır buna karşılık Funan yönetimi altında bulunan bir diğer eyalet olan Chendla güçlenir. Çeşitli savaşlar, parçalanan ve birleşen eyaletlerin oluşturduğu coğrafi sınırlar sonunda bu günkü Tayland ile Kamboçya’nın Khmer kesimi ki, Angkor Wat ın bulunduğu kesim, Chendla hakimiyeti altına girer. Ancak güçlü konumuna karşın Chendla’da küçük eyaletlere bölünmüştür. 7. yüzyıl ortalarında Chendla’nın İmparatoru I.Isanavarman’ın ölümü ile bölünen eyaletlerin bir kısmı halefi I.Jayavarman’ın önderliğinde tekrar bir araya getirilir. Bu eyaletler Angkor imparatorluğunun temellerini oluşturur. II. Jayavarman’ın başa geçmesi ile birlikte eyaletleri 9.yüzyıl başlarında, kendisinin yönettiği tek yönetim altına biraz da zor kullanarak katar. Kendisi de Hinduizmin bir mezhebi olan Linga kült’ünden geldiği için “Tanrı Kral” ya da “Cihanın Kralı” olur. Daha sonraki halefi II. Jayavarman ise büyük bir ihtimalle askeri kaygılardan ötürü imparatorluğun başkentini Roluos dan Kulen dağına taşımıştır. Yine neden bilinmez buradan tekrar Roluos’a geri gelmişitr. Roluos Phnom Penh – Siem Reap yolu üzerinde olup eğer özel araç ile geliyorsanız görülmesi gereken yerlerden biridir. Çünkü burası imparatorluğun başlangıç noktası ve ilk başkentidir. Yapılar ve tapınaklar üzerindeki inanılmaz oyma işçilikleri kesinlikle meraklıları için birinci dereceden önem taşımaktadır.
Yine her imparatorlukta olduğu gibi kardeşler arasındaki taht kavgalarından dolayı I. Yasovarman Roluos’daki imparatorluk sarayını yakarak daha önceden bugünkü Angkor bölgesindeki yaptırdığı yeni kraliyet sarayına taşınarak başkenti buraya taşır.
Gel zaman, git zaman, o kral, bu kral derken hepsi birbirinden güzel, birbirinden nadir oyma işçilikleri ile bezenmiş tapınakları, sarayları, su rezervleri ile Angkor’un mistik sanatsal yapısını oluşturdular. Yapılarda dönemin ve Kralların eğilimleri doğrultusunda Hindu (Shiva), Hinduizm, Budizm’in etkileri görülmektedir. Ancak Khmer insanlarının bu mirasın yaratılmasında gösterdikleri sanatsal gücünü de göz ardı etmemek gerekiyor.
Zaman içersinde olanlara baktığımızda ise Hiduizm veya Budizmin üstün gelme çabaları sonucunda çıkan savaşlar, başa gelen kıralın bir öncekinin eserlerini tahrip etme, kendi yapılarını yaptırma gibi devinimler görüyoruz. Sizlerin gezeceği tapınakların büyük bir kısmı ve de en önemlileri son zamanın Kralları tarafından yaptırılmıştır. İmparatorluğun son devirlerinde başa gelen VIII. Jayavarman’ın ölümü ile Theravada Budizmi imparatorluğun ve bugünkü Kamboçya’nın dini olarak baskın kalır. Bundan sonraki Kral zamanında ise Siam Krallığı ile başlayan savaş ve kuşatmalar sonucunda Angkor Thailer tarafından yağmalanır, arkasından başkent Phnom Penh’e taşınır. İmpatorluğun tam olarak nasıl sona erdiği, Angkor da yaşayanların tam olarak nereye nasıl gittikleri ise yazılı kaynaklarda yok. 16. ve 19 yüzyıllar arasında Angkor misyonerler tarafından ziyaret edilmekte, ara sıra yoklanmaktadır. Ancak 1860 da Angkor Wat’ı sanki yeni birşey keşfetmişçesine Fransızlar dünyaya duyurmuştur.
Siem Reap, Angkor Wat’ın duyurulması ve turistik bir değer taşımaya başlaması ile ve özellikle Pol Pot rejiminin de sona ermesiyle gelişmeye devam eden bir şehir. 5 yıldız otellerden, ucuzcu sırt çantalı turist sınıfına hitap eden “guest house” lara kadar her sınıf konaklama mevcut. 15 dolar karşılığında klimalı, sıcak sulu, banyolu, tv ve buzdolabı olan iki kişilik bir otel odası Siem Reap için lüks sınıfı bir otel sayılır. 5 dolarlık odaları olan oteller de mevcut, bazıları içine girilemeyecek derecede, bazıları ise makul sınırlar içinde. Seçim size kalmış.Angkor Wat’ı gerçekten tanımak ve keşfetmek istiyorsanız ya bir rehber tutun ya da ülkenin her yerinde satılmakta olan rehber kitaplardan birini edinin. Bir tavsiye; rehber kitabı Kamboçya’dan da elde edinebilirsiniz. Bu ülkede korsan kitap yayını inanılmaz boyutlarda. Angkor Wat hakında veya bölgedeki ülkelere ait Lonly Planet kitaplarının kuşe kağıda renkli ve kaliteli baskılarının fiatları 2-5 dolar arasında. Rehber tutacaksanız tutmadan önce biraz sohbet edin, ingilizcelerini anlayabiliyorsanız tutun, çünkü dilleri artıp azalan veya tersi olan vurgular üzerine kurulmuş bir dil, Sanskritçenin türevlerinden. Bu durumda dilleri ingilizceye pek dönmüyor ve rehberli bir gezi eziyete dönüşüyor. Hem ana tapınakların girişlerinde rehber bulmak mümkün hem de Angkor Wat girişindeki bilet gişesinde tüm gün için rehber tutmanız mümkün. Her bir tapınağın kendi hikayesi dışında her bir köşesindeki binlerce heykelin, tasvirin, oymanın bir hikayesi var, dolayısı ile az birşeyler bilip gitmekte ya da rehber tutmakta fayda var.
Önem sırasına göre tapınakları ve diğer yapıları sıralayacak olursak; Angkor Wat (ülkenin bayrağında da bulunuyor), Bayon, Angkor Thom, Banteay Srey, Ta Prohm, Preah Khan, Phnom Bakheng. Daha sonra ikinci derecede görülesi yerler ise; Banteay Kdei, Baphoun, East Mebon, Neak Pean, Phimeanakas, Pre Rup, Ta Som, Filler terası, Leper Kralı terası, Thommanon. Ve isimlerini yazmadığım 3. dereceden onlarcası. Angkor dışındakiler ise Siem Reap’ın 13 km güneyindeki Roluos Bölgesindeki tapınaklar ki, sayıları 7 adet olup görülmesi gerekenler Preah Ko, Bakong ve Lolei ve Angkor’un 20 km kuzeyindeki Banteay Srei.
Yine tüm rehber kitaplarda bir, üç veya 6 günlük tur için hangi tapınakları hangi sıra ile gezmeniz gerektiğine dair sayısız tavsiye bulabilirsiniz. Yolda tanıştığım ve burada 5 senedir bir Japon şirketinde çalışan Malezyalı bir Çinlinin tavsiye edip, benim de uyguladığım rota ise şöyleydi. Önce Angkor Thom ve Bayon, buradan Preah Khan, arkasından, Ta Prohm, Banteay Kdei ve finali ise Angkor Wat ile yapıyoruz. Bu rota üzerinde bir düzine kadar da ikinci ve üçüncü dereceden tapınaklar var, bir günlük rehberli turda iseniz bunların bir kısmı es geçiliyor, kendiniz bir motosiklet ya da bisiklet kiralayıp geziyorsanız en azından fotoğraf çekmek için bir kaç dakikalığına durabilirsiniz, vakit arttırdıysanız atladığınıza geri dönebilirsiniz.
Dediğim gibi tüm turların finali Angkor Wat ile yapılıyor. Bundan amaç güneş batımında kulelerinden çok güzel görüntülerin alınabilmesi ya da romantik anların yaşanması, ya da kendinizi Nirvana’ya varmış hissedeceksiniz, belli mi olur?? Ancak, son yıllarda Angkor Wat erimeye, taşlar, duvarlar dökülmeye başladı. Yabancı ülke üniversiteleriden ekipler, bilim adamları bunu araştırıyor, çeşitli sebepler öne sürüyor ve önlemler almaya çalışıyorlar. Şu an için aldıkları önlem, Angkor Wat’ın kulelerine insanların çıkmasına kapatılmış olması. Yani Nirvana’ya ermek için günbatımında kulelere çıkma hayellerinizi şimdilik rafa kaldırın. Ve günbatımını arkanıza alarak Angkor Wat’ı muhteşem silüetini ölümsüzleştirin.
Ana tapınakların etrafında eğer Kamboçya yemeklerine karşı allerjiniz yoksa turistlere yönelik her türlü yemek seçeneği var. Yine her tapınak etrafında ananas ve başka tropikal meyve satan kişiler var. Yola çıkmadan önce bir büyük suyu Siem Reap’dan alın, Angkor içinde iki misli fiyata satıyorlar. Dolaşırken çok terleyeceksiniz çünkü.
Bu ülkedeki mevsim sıralaması şöyle; Kasım-Şubat arası soğuk ve kuru, Mart-Mayıs arası sıcak ve kuru, Haziran-Ağustos arası sıcak ve yağışlı, Eylül-Ekim arası soğuk ve yağışlı. Ekim sonu yağışlı mevsimin bitip kış mevsiminin başladığı zaman. İdeal mevsim kasımda başlayıp şubat’a kadar sürüyor. Tavsiyem ekim sonu ya da kasım başında gitmeniz. Soğuk dediysekte 20 derecenin altına inmiyor. Ben Ekim ayında 28-30 dereceyi gördüm. Yağışlar sonucu bölge yemyeşil oluyor, nehirler ve göller dolmuş oluyor. Görüntü açısından ideal zamanları yani. Yağışlı mevsimde hava bulutlu bile olsa güneş kreminizi yanınızdan ayırmayın, şapka güneş gözlüğü tabiki gerekecek. Ekim ayı içinde gidiyorsanız küçük bir şemsiye sizi bir çok sıkıntıdan kurtaracaktır. Hatta kış mevsiminde bile yakıcı güneşten korunmak için gerekiyor. Ha bir de sivrisinek kovucusu; klimasız bir otel odasında iseniz odada kullanabileceğiniz tablet türünden bir şey, ve bir de losyon olarak.
Kamboçya’nın başkenti Phnom Penh’e ulaşım komşu ülkelerde hava yolu ile veya yine komşu ülkelerden kara yolu ile yapılabiliyor, Vietnam’dan nehir teknesi ile de gelebilirsiniz. Siem Reap’a da hava yolu ile komşu ülkelerden direkt olarak ulaşmak mümkün. Ulaşım Phnom Penh’den otobüs (10 dolar) veya nehir teknesi ile (22 dolar) de sağlanıyor. Phnom Penh ve Siem Reap’a ulaşım için bütçenize göre çeşitli seçenekler ve kombinasyonlar var, talep gelir ve ilgilenen de olursa daha detaylı olarak da yazabilirim.

Hayallerinizi ertelemeyin...
Ali Akyol

23 Ekim 2007 Salı

Yeni Ülkeler

Çok yakında, Tayland (Bangkok, Ayutthaya, Koh Tao) ve Kamboçya (Phnom Penh, Angkor Wat). Ancak her şeyden önce de bir kaç fotoğraf ekliyorum.. Birincisi hemen aşağıda, burası Bangkok'da bir kitapçı, kütüphane değil.. Bir gariplik var değilmi!! bunlar neden PC lerinin başında chat edip oyun oynamıyorlar? Nasıl dalmışlar, nasıl iştahla okuyorlardı görmeniz lazımdı.. bu kare pek anlatamamış gibi.

Bu kareler ise Bangkok'daki Wat Arun'dan
Buradan Kamboçya'daki Angkor Wat'a geçiyorum Burası da , meşhur Mekong nehri kıyısındaki Phnom Penh
Resmi kayıtlarda 17 bin kişinin katledildiği Pol Pot yönetimi zamanındaki Tuol Sleng okulu. Bugünkü adı ile soy kırım müzesi yani Ölüm Tarlaları'nın bir adım öncesi.


Ve Siam (bugünkü ismi ile Tayland) ın eski başkenti Ayutthaya

Geldik ünlü dalış merkezlerinden birine. Tayland körfezindeki Koh Tao ya (Tao Adası, yani Kaplumbağa adası) En kısa sürede ayrıntılar burada.. ınının nıın...!!

2 Ekim 2007 Salı

KÜBA; BAŞKA BİR GEZEGEN - 3

Hazır rom konusuna gelmişken biraz bu konudan bahsetmekte fayda var. Gezegen dışında yaşayanların bildiği en meşhur rom markası “Bacardi” dir. Bacardi devrim öncesi 1862 yılında Santiago’da yaşayan bir ailenin kurup işlettiği bir marka. İlerleyen yıllarda Batista yanlısı olup bu yönetimi destekleyen bir aile kuruluşu idi. Devrim sonrası Batista nasıl kaçtıysa Bacardi ailesi de her türlü lisans haklarını alıp adadan ayrılır. Halen Florida’da üstlenmekte olan anti-Fidel guruplarını desteklemekte ve yardım etmektedir. Şu anda Bacardi ve Martini markaları ile üretime devam etmekte ve bugünkü bilinirliğini ilk yazımda bahsettiğim Toriçelli ve Burton yasalarına borçludur. “Havana Club” ambargoları ve yasaları delerek yavaş yavaş bilinmeye, tanınmaya başlayan ilk Küba rom’udur. Bacardi ailesi halen Havana Club’ın uluslar arası pazarda satılmaması için mücadelesine devam etmektedir. Hatta Havana Club’ın lisansını bile almaya çalışmaktadır. Bundan sonra rom alırsanız kime hizmet ettiğinizi düşünerek alın derim.

Rom şeker kamışından üretilir, yıllandırılmamış olanı beyaz renklidir ve mojito için idealdir, bunu takip edenler ise 3 yıl yıllandırılmış olanı hafif sarımsı renklidir, 7 yıl eskitilmişi biraz daha koyudur, bunu takip eden bir kaç çeşit daha oluyor ve renkleri giderek koyulaşıyor, aroması ve tadı da keskinleşiyor. Uluslar arası pazarda satılan gerçek Küba romu Küba’daki uçsuz bucaksız şeker kamışı tarlalarında üretilen şeker kamışlarından yapılan “Havana Club” dır, “Bacardi” değil. Bu markadan başka Küba’da içilen en büyük ikinci marka ise “Mulata” dır. Sözlük anlamı “melez” olup şişenin üstünde zamanın güzel melezinin resmi vardır. Bizim kulüp rakısındaki gibi bir hikayesi olduğu kesin ama ben bulamadım.


(Sokak isimleri köşe başlarında taşlarda yazıyor. Yani burası 23. cadde ile Infanta'nın köşesi)


La Rampa; 23 üncü caddenin diğer adı, Havana’daki Colomb mezarlığından başlayıp doğrudan Malecon’a bağlanan bir başka önemli cadde. Colomb mezarlığı, eğer görenler varsa, Moskova’daki Nazım Hikmet’in mezarının olduğu yer gibi ilginç bir yer, hatta daha bile ilginç. Koloniyal dönemden kalan abide gibi mezarlar ve aşk öyküleri var bu mezarlığın taşları arasına sıkışıp kalmış. Şaşırmayın ama, buraya eğer turist olarak girip gezmek istiyorsanız küçük bir giriş ücreti ödemek zorundasınız. Vaktiniz olursa gezmek ilginç olabilir.

La Rampa üzerindeki belli başlı yerlerden biri Copella dondurmacısı, işte burada peso larınızı kullanabilirsiniz, CUC olarak da dondurma satışı var, peso satılan yeri oluşan kuyruktan hemen anlayacaksınız. Dondurmanın tadı ise..... idare eder !! Hemen karşısında Warner Brothers’ın yaptırmış olduğu Yara sineması var, bayağı büyük, 2500 kişilik. Yara’nın karşı köşesinde de Hotel Habana Libre var. Devrim öncesi Hilton işletiyormuş burasını, ancak çok kısa bir süre işletebilmiş, çünkü devrim sonunda bir süreliğine Fidel ve Che’nin komuta merkezi olarak kullanılmaya başlanmış. Eğer araba kiralamayı düşünüyorsanız buraya gidin. Lobisinde 4-5 tane kiralık araba ofisi var ve eğer özel günler arifesinde değilseniz çok rahat ve güvenli olarak araba kiralayabileceğiniz bir yer.

La Rampa nın bulunduğu semt Vedado, yani batıya doğru kaydık ve batıya doğru kaydıkça şehrin biraz daha modernleştiğini, evlerin, bahçelerin, parkların daha bir ferah olduğunu fark edeceksiniz. Çünkü burası Amerikalı zenginlerin evleriymiş devrim öncesinde. Ayrıca 5 yıldızlı lüks büyük oteller de Vedado’nun çevresi ve sahil kesiminde yer alıyor. Havana’ya giden ve hemen herkesin bir kere gitmiş olduğu Tropicana gösterisi bence artık fazla turistik bir show’a dönüşmüş, giriş ücreti bile oldukça pahalı, devrim öncesindeki dönemin eğlence dünyasından kesit sundukları şafşatalı bir gösteri. Çok sevenler beğenenler oluyor, zevk meselesi ne de olsa. Eğer bu tür gösterilerden birine gitmek istiyorsanız bu bölgede bulunan Cohiba otelin altında yer alan “Habana Cafe” ye gitmenizi öneririm. Eski arabalardan ve onların aksesuarlarından oluşturulmuş bir dekorasyonu var. Daha mütevazi, hem makul bir giriş ücreti var, ilk içkiniz ücrete dahil hem de yemekleri lezzetli, gösteri programı da güzel ve akılda kalıcı.

Havana’da gezilip görülecek daha çok yer var. Burada bir kısmını yazmadım, yazdıklarım beni etkileyen, en çok hoşuma giden yerler oldu. Artık Havana dışına çıkmak istiyorum, yoksa bu yazı dizisi bitmeyecek.

Yolumuz adanın batısına, Pinar del Rio bölgesine. Daha önce dediğim gibi bu bölge dünyanın en kaliteli puro tütünlerinin yetiştirildiği bir bölge. Doğası, yeşilliği, mağraları, dalış bölgesi ile güzel bir yer. Buraya giderken her zamanki gibi vicdani sorumluluğumu susturabilmek için arabaya aldığımız otostopçular bizi bir tütün plantasyonuna götürdüler.
Aslında iyi oldu, çünkü tütünün puro haline gelmeden önceki yolculuğunu öğrendik. Gerçekte olay biz turistlere puro satmak için hazırlanmış bir tezgahtı, ama o otostopçuların bizim arabamıza binmesi bence tamamen bir tesadüf olup, fırsattan istifade edelim diyen kafadarların girişimi diye düşünüyorum. Biz aslında oradaki güzel mulata için durmuş fakat arabaya onun yerine üç tane izbandut kılıklı erkek binmişti, yolda laf lafı açtı ve bize tütün plantosyonu görmek isteyip istemediğimizi sordular, e biz niye burdayız? kabul ettik tabiki. Ana yoldan ayrıldıktan sonra hafif bir endişe söz konusu olmaya başladı, ama gerçekten bir kooperatifin işlettiği tütün plantasyonuna vardık. Orada bizden önce gelmiş Fransız bir çift vardı ve rehber kılıklı birisi bizi tütün kurutulan ahşap kulübelerin içine götürerek tütünün geçirdiği evreleri anlattı. Bunun sonunda da bizi evine kahve ve puro içmeye davet etti. O kadar gelmişiz, hayır mı diyeceğiz? Gittik, kahve bile ikram etmediler, direk konuya girdiler, ama tatmamız için gerçekten bir tane puro ikram ettiler.

Her çeşit puro mevcuttu, Fransızlar balıklama atladılar purolara ve rehberimizi hayli memnun ederek ayrıldılar. Biz ise çetin ceviz çıkmıştık, ayrılırken rehberimiz bir daha hiçbir Türk ile pazarlık yapmayacağını ve davet etmeyeceğini söyleyip duruyordu... !!!

Bu bölgede konaklayabileceğiniz en güzel yer Vinales, deniz kenarında değil, küçük şirin bir kasaba, gündüz etrafta gezebileceğiniz doğa güzelliklerinden İndigo mağrası, Tütün vadisi, Ancon vadisi, ve prehistorik döneme ait hayvanların resmedildiği kaya duvarlarının olduğu Mural Del La Prehistoria var. Geceleri müzik dinleyip salsa yapabileceğiniz iki tane de bar var şehirde. Aslında burasını üs olarak kullanıp çevreye günübirlik geziler düzenleyebilirsiniz.

(Vinales)

(İndigo mağarası)

Eğer deniz kenarı istiyorsanız kuzey sahilinde Langosta merkezi olarak da adlandırabileceğim Puerto Esperanza var, nasıl sakin ve huzurlu bir yer, anlatamam. Yukarda belirttiğim gibi bizim de düşüncemiz Vinyales’i merkez olarak kullanmaktı, ama Esperanza’yı gördükten sonra merkezimizi buraya taşıdık. Küçük bir yer olduğu için, kasabaya gelen yabancılar hemen fark ediliyor ve hemen ilgi odağı oluyorsunuz. Bu ilgi odağı olma konusu her küçük köy veya kasabada geçerlidir. Dalış için ise güney sahiline yani Playa Bailen’e, Maria La Gorda tarafına gitmeniz gerekiyor.

(Puerta Esperanza)

Hadi artık adanın aşağılarına doğru inmeye başlayalım. Santa Clara; adanın hemen hemen orta yukarısında her iki sahilden neredeyse eşit uzaklıkta bir şehir.. yani Che’nin Bolivya’da öldürüldükten sonra getirilip gömüldüğü anıt mezarının olduğu şehir. Bu ülkenin idolü, en sevilen ve saygı duyulan kişisi Che, 1959 dan sonra CIA tarafından en çok aranan kişiler listesinin en başındadır. Bolivya’da arkasından koştuğu, hayalini kurduğu sömürüsüz ve özgür bir dünya düzeni uğruna yakalandığında CIA tarafından yargısız infaz edilerek öldürülür.

(Santa Clara’da Che’nin Anıt Mezarı)

Bildiğiniz gibi Che Arjantin vatandaşı, ancak devrim sonrası Fidel ona Küba vatandaşlığını vermiştir. Che’nin anıt mezarının Küba’da bulunmasının asıl nedeni ise, savaş sırasında Che’nin kazandığı bir zafer ile ilgili. Batista’ya ait bir tren Che ve silah arkadaşları tarafından Santa Clara’da durdurulur, askerler öldürülür ve önemli miktarda silah ve mühimmat ele geçirilir. Ve bu zafer savaş sırasındaki en önemli olaylardan birisidir.

(Santa Clara’da Che’nin Anıt Mezarı)

Kazandığı zaferden dolayı da cesedi Bolivya’da bulunduktan sonra Fidel tarafından buraya gömülmesine karar verilir. Anıt mezar, müze ve mezarlık kısmı olmak üzere iki kısımdan oluşmuş. Müzede Che’nin kullandığı eşyalar, fotoğraflar, silahları vb şeyler var. Ayrıca şehirde bu saldırıyı mizanse edecek şekilde düzenlenmiş bir müze mevcut. Lokomotif ve vagonlardan oluşturulmuş bir müze, vagonların içinde silahlar, resimler, fotoğraflar var.

“Che” objesi Küba’da aklınıza gelen gelmeyen her yerde, her şeyin üzerinde var. Ben idolden öte artık çok fazla ticari bir meta haline gelmiş olmasından rahatsızlık duydum. Ama yapacak bir şey yok, çoğu insan Küba’ya onun için ve onun uğrunda ölümü göze aldığı ideallerinin sonuçlarını görmek için geliyor.

Yolumuz adanın ortasında batı sahiline bakan Trinidad’da. UNESCO tarafında dünya kültür mirası şehirlerinden birisi olarak listeye dahil edilmiş. İyi de etmişler. Eğer giderseniz ne kadar haklı olduklarına siz de hak vereceksiniz.

(Trinidad)

(Trinidad)

Denizden 8-9 km kadar içerden bir şehir. Zamanında şeker üreticilerinin merkeziymiş. Arnavut taşı yollar, hepsi ayrı ayrı renklere boyanmış dar cepheli şirin mi şirin evler, fakat buna rağmen evlerin içleri çok geniş, çünkü burada evler içeriye doğru derinlemesine genişliyor, büyüyor. Yüksek tavanlı ve ferah evler.

(Trinidad’da pansiyon)

Hemen her evin içinde kocaman bir avlu var. Etrafına ağaçlar çiçekler ekili ve eğer böyle bir casa particulare de kalıyorsanız burası ev sahibinin pişireceği akşam yemeği eşliğinde harika bir mekan. Sizlere kesinlikle tarihi şehir içindeki bir pansiyonda kalmanızı öneririm. Nasıl bulacağız diye sormayın, onlar sizi buluyorlar.

(Trinidad)

Ya da buraya hangi şehirden geliyorsanız kaldığınız pansiyon sahibinin mutlaka her şehirde bir tanıdığı oluyor, onlar size ayarlar, ve de siz şehre adım atığınız anda da sizi gelip bulurlar. Garip geliyor ama bu işin nasıl çalıştığını hala bulamadık. Böyle içi içe yaşayan evlerdeki hayat tarzı bizim alışkanlıklarımıza biraz ters gelebilir. Örneğin gecenin bir yarısında ya da sabahın bir köründe komşu evden gelen sesi sonuna kadar açılmış bir salsa’dan sakın rahatsız olmamaya bakın, garipsenirsiniz. Çünkü bu adada o kadar olağan bir şey ki bu. Ve inanın hiç kimse rahatsız olmuyor.

(Trinidad)

Gündüz gezebileceğiniz bir kaç müzesi var, şehri gezmek fazla bir vaktinizi almayacaktır. Tarihi Trinidad olarak araç trafiğine kapalı kısımda, el işi hediyelik eşya tezgahlarını bulucağınıza eminim. Şehir merkezindeki Casa De La Musica’yı ise müzik sesini takip ederek bulabilirsiniz.

(Trinidad)

Hemen burada amfitiyatro şeklinde düzenlenmiş bir alan var. Tahminen öğleye doğru başlayan ve gece yarısına kadar süren amatör toplulukların konserlerini, afrika kökenli Kübalıların (yani Yoruba’ların) herbiri bir başka hikayeyi anlatan dini temalı danslarını burada her gün izleyebilirsiniz. Eğer hala hızınızı alamadıysanız gece yarısından sonra kapılarını açan Casa De La Musica ya buyrun o zaman. Trinidad’da müziğe doyacağınızı tahmin ediyorum. Bu şehrin meşhur ettiği içecek ise Canchanchara (Kançançara), Mojito gibi serinletici bir içiki, tatmadan gelmeyin. Trinidadlılar Mojito da neymiş diyorlar..!!

(Trinidad)

Şöyle bi deniz kıyısında oturalım, denize girelim diyorsanız Trinidad’da, o zaman Playa Ancon’na (Ancon plajı) gitmemiz gerekecek. Ancon kıyıya paralel bir yarım ada şeklinde, 2 tane 5 yıldız otel var. Dalış yapacaksanız en sonda bulunan Ancon otelden dalış gereçlerinizi kiralayıp rehberiniz eşliğinde mercanlar arasına dalış yapabilirsiniz. Her yerde olduğu gibi bir sabah bir de öğleden sonra olmak üzere iki dalış düzenleniyor. Yine Ancon otelin bulunduğu yerden düzenlenen günübirlik çevre adalara tekne turu var.

(Trinidad yakınlarında Cayo Blanco)

Katamaran türü tekneler ile gidilen şirin bir adacıkta sadece şnorkel ile denizin güzelliklerini seyredebilir, ücrete dahil hizmet ile Paella’nızı yiyip sınırsız biranızı gün boyunca tüketebilirsiniz.

Daha önceden belirttiğim gibi Kübalılar her sahile, her otele gidemiyorlar. Ancon tarafındaki oteller ve bunların plajları Kübalılara kapalı. Araba ile Trinidad’dan Ancon’a giderken La Boca dan geçersiniz, burası da deniz kenarındadır ve Kübalıların kullandığı güzel plajları vardır. Arzu ederseniz burada da konaklama imkanları mevcuttur. La Boca ile Ancon arasında da bir iki tane sahil restoranı ve cafe var. Bembeyaz kumlardan oluşan plajı ve palmiyeler altında langosta ya da balık yiyip denize girebilirsiniz.
Trinidad dan çıkıp Santa Sipirutus yoluna girersek 8 km kadar sonra Valle De Los Ingenios’a (diğer adıyla San Luis vadisi) geliriz. Burası zamanında çok büyük bir şeker kamışı ve şeker üretim merkezi imiş. Şimdi ise üretim Matanzas’a kaydığı için yerinde harabe haline gelmiş şeker kamışı değirmenleri, köle barakaları, dokunsanız yıkılacak depolar var. Bu vadide at ile bir tur yapabilirsiniz. Bir diğer aktivite ise bu vadiyi tren turu ile gezmek. Trinidad’dan her sabah kalkan 1919 yapımı buharlı bir lokomotifin çektiği tren ile Meyer’e kadar gidip aynı tren ile geri dönebilirsiniz. Tropikal ormanlar, vadiler, şeker kamışı ve eski şeker kamışı üretimi nasıl diye merak ederseniz ilginç gelecektir.

Aslında ülkeyi gezerken oldukça büyük bir sıklıkla tren yollarından geçeceksiniz ve bu tren yollarının kullanılmadığını düşüneceksiniz, çünkü rayların paslı olduğu dikkatinizi çekecektir. Aslında biz de bir hayli merak ettik, karayoları haritasında da görüleceği üzere hiç bir yere gitmeyen tren yoları mevcut, yani çok kısa, belli bölgeler içinde dönüp duran yollar gibi. Sonradan fark ettik ki bunlar şeker kamışlarının ya da muzların tarladan taşınıp en yakın toplama merkezleri ya da işleneceği merkezlere götüren tren yolları.

Havana’dan Santiago de Cuba 860 km kadar. Bir günde gidilemiyecek bir mesafe değil, çok sıkarsanız gidersiniz, ancak ülkenin yolları burayı bir günde, yani “sabah erken çıkıp akşama varırız” düşüncesi ile kat etmenize pek olanak tanımaz. Özellikle şehir, kasaba ve köy geçişlerinizde çok dikkatli olmanızı öneririm. Çünkü herkes yollarda yürüyor, önünüze çıkacak bisikletli taksi yada at arabası sizi yavaşlatacaktır, araba trafiği buralarda alışıldık bir şey değil. Ülkenin karayolları haritasında gösterilen tek otoyolu Havana’dan Santa Sipirutus’a kadar, yani ülkenin tam ortasına kadar, ve bizim TEM standartlarında bir otoyol olmadığını söylemeye gerek yok herhalde? Bunun haricindeki köy yoları ise inanılmaz derecede bozuk. Hatta bazılarında kapatmayı unuttukları avcı boy çukurları bile var desem yanlış olmaz. Bizim hesapladığımız ve pratikte ortaya çıkan ortalama hız saate 60 km idi. Bu hız rotanızda çokça şehir kasaba var ise geçerli bir ortalama. Planlarınızı buna göre yapın derim.

Evet Santiago de Cuba’ya ulaşmak biraz zahmetli, ancak bu zahmete değer. Bu arada, o kadar yolu araba ile çekemem diyenlere uçak seçeneği de mevcut. Gayet uygun fiyatlara ada içersinde Küba havayollarının her şehire tarifeli uçuşları var. Havana’dan araba ile gelmeye karar verirseniz Trinidad veya Santa Sipirutus mola verebileceğiniz iki güzel seçenek.

(Güney sahilleri)

Santiago de Cuba, Küba daki 15 bölgeden (bölge yerine il de diyebiliriz) biri ve hemen batısında Granma bölgesi var. Fidel, Che ile Meksika’da kardeşi Raul’un vasıtasıya tanışır. Aynı ideal ve görüşleri paylaşan bu ikilinin mücadelesi Meksika’dan Granma isimli bir tekne ile adanın bu bölgesinde karaya çıkmaları ile başlamıştır. 82 kişinin nasıl sığdığına hayret edeceğiniz tekne Havana’daki devrim müzesinde duruyor. Gördüğünüzde 82 kişiyi bir oturtmaya çalışın bakalım, ben sığdıramadım. Karaya çıktıkları yer tesadüfen Batista askerlerinin pusu kurduğu yerden uzaktadır ancak orman içinde yakalanırlar, çatışmalar başlar, büyük bir kısmı öldürülür ve geriye sadece 12 kişi kalır. Ancak geriye kalanlar da bu ülkenin kaderini değiştirmeye yetmiştir. Bu dağlarda Fidel’in karargahını, etrafa pıtırak misali serpiştirilmiş anıtları görebilir ve ziyaret edebilirsiniz. Sierra Maestra dağlarında karargahın bulunduğu yere en yakın tepesinin (2000 mt) adı “Turquino” yani “Türk’e ait” demek. Kimbilir bu ad nereden gelmiş yerleşmiş buraya?

(Sierra Maestra dağları)

Unesco tarafında yine dünya tarihi mirası listesinde bulunan Sierra Maestra ulusal parkında 2-3 günlük bir trekking turuna katılabilirsiniz. Tur rehberi alınması şarttır ve Bayamo’dan veya Alto del Naranjo’dan kiralanmaktadır. Tropikal ormanların içinde çadırlı bir yürüyüş parkurunda görecekleriniz; Turquino zirvesi, Fidel in karargahı, çeşitli barınaklar vs. Eğer 1100 mt deki Alto del Naranjo tarafından tura başlarsanız tur deniz kenarındaki Las Cuevas da biter, aynı turu Las Cuevas tarafından yani tersten yapmak da mümkündür. Bu durumda tur rehberinizi Santiago’dan kiralamanız gerekecektir.

Santiago de Cuba, Fidel in devrim hareketine ilk startı veren kışla baskını ile de ünlü. “26 Temmuz hareketi” adını, Fidel ve yandaşlarının 26 temmuz 1953 de Santiago daki Moncada kışlasına yaptıkları baskından alır. Başarısız baskında Fidel yakalanır, avukat olan Fidel savunmasında “Tarih beni aklayacaktır” sözü ile biten tarihi savunmasını yapar. Doğal olarak mahkum edilerek hapse atılır. Ancak daha sonra çıkan af ile hapisten çıkar ve sonrasında mücadelesine Meksika’dan devam etmek üzere adadan ayrılır. Meksika’da sürgünde bulunan yandaşları ile kurduğu örgüt de bu adı alır (26 Temmuz hareketi). Bugün Küba’daki tüm müzelerde gözünüze çarpacak olan kırmızı siyah zemin üzerinde “M-26-7” harf ve rakamların bulunduğu pazubantlar ya da flamalar bu örgütün o günkü simgesidir.


Santiago de Cuba, bir körfezin içinde sahil kenarına kurulu. Körfez girişinde İspanyol zamanından kalan Morro kalesi var ziyaret edebileceğiniz.

(Morro Kalesi)

Havana’daki Morro ile aynı Morro mu bilemiyeceğim ama bu kale de Unesco’nun listesinde. Morro kalesinden körfez yoluyla şehre doğru giderseniz hemen Morro kalesi yakınlarında Punta Gorda’da çok şirin yerleşim yerleri var. Santiago’nun yat limanı da burada. Yine buradan körfezin karşı kıyısına Morro kalesinin karşısına ve yine karşı kıyıya yakın olan Granma adasına tekne ile geçerbilirsiniz.

(Morro kalesinden Santiago de Cuba körfezi)

Santiago içindeki Moncada kışlasını da ihmal etmeyin. Dolores parkı ile katedral arasında kalan kesim şehrin en turistik bölgesi. Santiago daki Casa de la Musica bir salsa ziyafeti için ihmal edilmemesi gereken bir başka durak, gece 10 da başlıyor program. Turistik bölge civarındaki Casa De La Musica’yı kime sorsanız gösterirler. Bacardi müzesi ise ilgili ailenin tüm karşıt faaliyetlerine rağmen şehirdeki açık müzelerden birisi.

(Santiago de Cuba)

Santiago de Cuba’dan Baracao ya doğru yola çıktık, Baracao adanın güney doğu köşesinde, yine buraya giderken Sierra Maestra’ları aşıyoruz, bu sefer yol kenarında Kakao satan çocukları görüyoruz. Kakao aslında oldukça acı bir meyve, çukulatalardaki kakao oranı arttıkça tadı da acılaşmakta. Burada yol kenarlarında ham olarak satılan kakaolar ne işimize yarayacak anlayamadık. Baracao sitelerde ve rehber kitaplarda övülen bir yer. Orada da Havana’dakine benzer kısa bir kordon boyu caddesi var. Küçük bir kasaba görüntüsünde, gizli koyları ve plajları var.

(Baracoa)

(Baracoa)

Baracao dönüşümüzü yine Santiago de Cuba üzerinden yapmayı planlayıp bu sefer Santiago yakınlarındaki Siboney sahillerindeki küçük beldelerde kalmayı düşünmüştük. Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde bu küçük köylerde yer bulamama sorunu gündeme geldiğinde ve arabada gecelemeyi göze aldığımız bir anda, bir hovardalık yapıp yol boyunca gördüğümüz bir iki oteli denemeye karar verdik. Burada bizi şaşırtan iki şeyle karşılaştık.

Birincisi otel fiyatı herşey dahil olmak kaydı ile neredeyse bir günlük konaklama ve yemeklere vereceğimiz tutar ile eşdeğer idi. Burası daha önceden hastane olarak kullanılıyormuş, sadece Venezuella’dan gelen hastaların tedavi edildiği bir merkez imiş. Şimdi, hastane olmasından önce kullanıldığı gibi tekrar otel olarak kullanılmaya başlanmış.

Otel 200 yataklı bir otel olmasına reğmen topu topu 10-12 oda dolu idi ve Kanadalı bir iki aile dışında Kübalılar vardı. Bir günlük tutarı onların neredeyse bir aylık maaşlarından çok fazla tutan bu otelde nasıl olup da kaldıklarını sorunca, partiye kayıtlı yoldaşların da tatil yapma hakları olduklarını öğrendik.

İkincisi ise Raul du. Raul otelin animatör şefi, bir salsa danscısı ve hocası. Ada içi ve dışı yarışmalarda birincilikleri var. Ve bizim türk olduğumuzu duyunca o kocaman gözlerini açıp sanki 40 yıllık kankasını senelerdir görmemişcesine gözleri yaşararak bizi kucaklayan bir doksanlık lık bir dev. Gözlerini yaşartan Almanya’da yaşarken biz Türklerden ummadığı oranda gördüğü yakınlık ve ilgi. Raul salsa hocalığı hayatı sırasında Almanya’da da 3 sene hocalık yapmış ve Türklerin yaşadığı bir mahalle ve apartmanda kalmış. Geleneksel konukseverlik içgüdümüzün nedense yabancılar üzerindeki daha da artan bir ilgi ve korumalık seviyesinin, karşı kişi üzerindeki doğal bir sonucu olarak, bizleri çoook ama çok seviyor. Kübanın bu kervan geçmez yerindeki karşılaşma ne hoş bir sürpriz oldu bizim için. İşte nerdeeeeeen nereye!!! Biz de ne zamandır “bir salsa olayına girelim artık” diyorduk. Düşündüğümüzden iki gün daha fazla kaldık.

Raul ülkesini seven birisi, üzerinde Amerika’da, ülkelerine karşı faaliyetlerde bulunan anti-fidel gurupları izledikleri ki, bunlar mülteci etmiş Kübalılar, ve onların içine sızdıklarından dolayı casusluk suçuyla tutuklu bulunan 5 devrimcinin salıverilmesini isteyen ve üzerinde “Volveran” (dönecekler) yazan bir tişört taşıyor. Ancak ekonomik şartlar onun ülke dışında salsa ve her türlü latin dansları öğretmenliği işi aramasını da engellemiyor. Yolun açık olsun Raul. Hayallerine kavuşmanı dilerim.

Salsayı bilen bilir, bilmeyenler için söylenecek bir iki nokta olacak. Başlangıç adımları ya da figürleri aslında basit, bunları öğrendikten sonra gerisi bol bol alıştırma yapmaya ve geliştirmeye kalıyor. Ama en önemli nokta tempoyu yakalamak ve onu kaçırmamak. Dans ederken figürlerinize değil müziğe konsantre olursunuz. Ritmi kaçırdığınız anda bittiniz demektir, bilenler sizle dans bile etmek istemezler bundan sonra. Çok sıkı dans edenlerin yüzlerine bakın, karşısındaki bayan ile ilgilenmez, tam konsantre durumundadır.. halbuki biz öylemiyiz?? İki şaklabanlık yapacaz, bir hikaye anlatacaz vs vs :)) Dans burada bir yaşam tarzı, hayatın bir parçası. Santiago de Cuba ada’da en güzel dans edenlerin yetiştiği bir yer, en iyi danscılar buradan çıkıyor. Dansı yönlendiren erkek olduğu için bazı kızlar bu konuda çok seçici, dans etmesini bilmeyenler ile pek dans etmek istemeyebilirler, ama bu red edileceğiniz anlamına da gelmez. Eğer bir kadın harikulade dans ediyorsa kendi yeteneğinin ötesinde erkeğin iyi dansı ve onu yönlendirmesi sayesinde o kadar güzel dans edebilmektedir. Aksi takdirde komedi ikilisi gibi kalırsınız. Söylenen ikinci bir konu ise erkeğin yataktaki performansının salsadaki kalça hareketliliği ve kabiliyeti ile doğru orantılı olduğu ve bu kriterlerin kızlar tarafından dikkate alındığı... benden söylemesi, sadece dansınızla ilgilenin.

Biraz da doğudaki sahillerden bahsedeyim. Yine beş yıldız lüks otellerden oluşmuş adanın doğu kıyısındaki adalara ulaşım karayolu ile sağlanıyor... evet, yanlış yazmadım, karayolu ile. Örneğin Cayo Coco, Cayo Romano ya da Cayo Santa Maria adalarına. Mercanlardan oluşmuş ve derinliği 1-1,5 mt olan geniş sahanlıkları olduğu için adaya karayolu yapımı çok zor olmamış olsa gerek. Yolun başlangıcında iki kontrol noktası bulunuyor, birincisi arabadakilerin kimliklerini kontrol edip arabanın plakasını ve isimleri not ediyor. Çünkü Kübalıların buralara görevli değillerse gitmeleri yasak, eğer bir şekilde girmesi gerekiyorsa da aynı gün belli bir saaten önce çıkması gerekiyor. Hemen arkasındaki ikinci kontrol noktasından da yol ücreti tahsil ediliyor. Eğer giriş yapan kişi Kübalı ise neredeyse 1 aylık maaşını buraya bırakmak zorunda. Üstelik çıkışta tekrar bir ödeme yapıyorsunuz. Santa Maria adasına giden yol en uzun olanı, Caiberien kasabasından başlayan bu yolun uzunluğu 40 km. Kendinizi Datça’ya gider gibi hissedeceksiniz ama iki yanınızın deniz olması burada çok daha keyifli ve bu yolun sonunda gerçekten cennet bir adaya geliyorsunuz. Ancak bu adalarda sadece ve sadece 5 yıldız oteller ve avrupalı konukları var. Başka hiç bir konaklama, restoran, cafe ve alışveriş türü yerler yok. Caiberien’de heryerde olduğu gibi konaklayacak pansiyon bulmanız hiç de zor değil. Adalara ve çevreye yapacağınız geziler için kalabileceğiniz şirin bir kasaba.
Bitirdik gibi anlatacak yerleri.. Dediğim gibi, beni etkileyen, ilginç bulduğum ve sizleri etkileyeceğini umduğum konuları yazmaya çalıştım. Ve bazı nacizane genel tavsiyeler;

Tropikal bölgelerde bulunan ülkelerin mevsimleri iki tane oluyor, sıcak ve yağışsız, sıcak ve yağışlı. Ya da daha basit şekli ile yağışlı ve yağışsız. Bazıları yağışlı mevsime soğuk da diyor ama soğuk deyince sıfırın altında bir derece düşünmüyoruz, düşüneceğimiz en düşük sıcaklık 25 derece. Bu şartlar altında gidilebilecek en uygun mevsim Kasım Mayıs arası. Bana göre Nisan ya da Mayıs en güzel zamanı.

Buraya Türkiye’den giden en uygun havayolu Air France. Ne yazık ki yurdum havayolları uçmuyor buraya. İstanbul kalkış, Paris aktarmalı havada geçireceğiniz toplam 13 saatlik bir süre sonunda kendinizi Havana’da bulursunuz. Yine de uygun fiyat sayılabilmesi için biletinizi 3-4 ay önceden ayırtmanızı tavsiye ederim. Küba Türk vatandaşlarından vize istiyor, ancak bu tamamen bir formalite, sakın aklınıza diğer ülkelerin vize alırken uyguladıkları insanlık dışı tavırlar aklınıza gelmesin. Ankara’daki elçilikten veya seyahat acentası aracılığı ile, olmadı sınırdan girişte vize almanız mümkün. Eğer Ankara’da oturuyorsanız gidin elçiliğe, formu doldurun, pasaportunuzu verin ve 2-3 saat sonra gidin alın vizenizi. Bütün bunları bir arkadaşınız da sizin yerinize yapabilir. İlla kendiniz gitmeniz gerekmiyor. Amerikanın Küba’ya gidenlere karşı takındığı olumsuz tavra karşı Küba vizesi pasaportunuza yapıştırılan bir puldan oluşmuyor. Pasaportunuza giriş çıkış damgaları dahi basılmıyor. Yani döndükten sonra oraya gittiğinizi belgeleyecek resmi bir belgeden yoksunsunuz.

Giderken yanınıza en hafif en ince yazlık giysilerinizi alın, Aralıkta gidiyorum diyerek sakın yanılgıya düşmeyin, Ağustos ortasında Antalya’ya gider gibi eşyanızı hazırlayın. Sabun, şampuan size gerekecektir. Hatta yanınıza biraz da fazla alın, çünkü bunlar orada lüks malzemeler ve bunları hediye ederseniz çok ama çok makbule geçecektir. Hiç sivrisinek ile muhattap olmadık, galiba bu gezegende yaşamıyorlar.

Size bir rota önerecek olursam da; üç dört gününüzü Havana’ya ayırın, sonra adanın batısına Pinar del Rio taraflarına gidin, dört beş gün de oraya yeter. Havana’dan güneye inmeyi düşünürseniz Santa Clara üzerinden Trinidad’a gidin, gününüz bitti dönecek olursanız Cienfuegos üzerinden Domuzlar körfezini de görerek Havanaya dönün, yok eğer daha vaktiniz varsa Manzanillo üzerinden Sierra Maestra’ları aşan batı sahili yolunu kullanarak Santiago de Cuba ya gibin. Daha da vaktiniz varsa adanın Atlas okyanusu tarafındaki yollarını kullanarak doğu sahillerini görün.

Evet, ada hakkında yazmak istediklerim burada bitiyor, ancak son olarak söylemek istediğim bir kaç şey daha var. Bu ada halkı İspanyol kolonisi döneminde başlayan bağımsızlık , sömürüsüz ve özgür bir dünya mücadelesine yaklaşık 50 senedir de Fidel önderliğinde devam etmekte. Amerikan emperyalizmine ve onun oyunlarına direnen, senelerdir bunun mücadelesini vererek ayakta durmaya çalışan, bağımsızlıklarını koruyan, IMF veya AB gibi sorunları olmayan bir millet. Memnun olanı var olmayanı var. Rejimden yana sıkıntılı olanlar zaten bir yolunu bulup karşıya geçiyorlar. Her yerde aynı değilmidir memnunsuzluk veya memnuniyet kıstasları ve çözümleri?

Ülke henüz tüketim toplumu aşamasına gelmemiş ender yerlerden biri. Eğer oraya giderseniz bunu çok açık olarak fark edeceksiniz zaten. Genel olarak halkın isteği bir parça daha fazla gelir elde edebilmek, yoksa hepsi ülkesini ve önderlerini seviyor ve 90 mil ötedeki dünyanın bir numaralı teröristine saygılarını sunuyorlar zaten. Umarım Fidel sonrası ada halkı, üzerlerindeki korkunç baskıya rağmen emperyalizme direnmeye devam eder. Ben burayı gördükten sonra dünya görüşünüzün bir parça da olsa değişeceğine ve hayatınıza yeni değerler, yeni anlamlar katacağınıza inanıyorum.

yeni yaşamlar keşfetmeyi mi seviyorsunuz?

yoksa kendinizi bulmak mı?

ruhunuzu mu yenilemek istiyorsunuz?

küçük sürprizler ya da mutluluklar mı arıyorsunz?

doğa mı sizi çeken?

yoksa keşif yolculukları mı?

müzik hayatınızın bir parçası mı?

salsa mı çeker yoksa sizi?

o halde....

gidin,

fazla geç olmadan,

hayallerinizi ertelemeyin,

kaybolun Havana’nın sokaklarında, kaybolun gezegenin derinliklerinde.... ne kadar kaybolabilirsiniz ki??

SON

Ali Akyol